Ceviz ağacı…

Ceviz ağacında büyüdüm. Dallarına tırmanarak, salıncaklar kurarak, dibinde dinlenerek. Küçük ceviz fidanları da benimle birlikte uzadı, büyüdü, serpildi, ürün verdi.  “Ceviz ağacının altında uyunmaz” derdi bizimkiler varmış bir bildikleri yıllar sonra bilimsel olarak da öğrendim. Ağaç meyve vermeden önce çiçek mahiyetinde püskül püskül bir ipucu verirdi.  Süslenmiş, püslenmiş gibi gelirdi, çok severdim. Kuruyup dökülenleri elime alır hayranlıkla incelerdim.  Annem ceviz yapraklarını kaynatır saçlarına kına yapardı.  Mevsimi gelip cevizler toplanası olduklarında köyde ceviz dokuma işini yapan bir kaç kişiden biri ile anlaşılır o gün erkenden ailece çuvallar elimizde cevizlerin dibine toplanırdık.  Upuzun bir sopa ile ağaca tırmanan kişi dallara vurdukça tıpır tıpır yere düşen cevizlerden kafamızı sakınarak altın bulmuş gibi atlardık.  Bazen de ceviz dokuma işini yapanların başına elim kazalar gelir, düşüp, yaralanır aylarca yatarlardı.  Ağaca çıkmak öyle bir şeydi ki, özgürlük, zafer, hem sekine, hem de adrenalin demekti. O yüzden sebep her riske karşı bu alışkanlığı edinen kolay kolay vazgeçmezdi.  Cevizler dokunduğunda halen yeşil kabuğunun içinde olurdu. Nineler, ebeler başka olmak üzere toplaşılır bu kabuklar ayrılırdı. Yeşil kabuktan geriye ellerde haftalarca kalacak simsiyah bir iz kalırdı.  Bununda şifa olduğuna inanılırdı.  Dokunan, toplanan ve ayıklanan cevizler halen yaş ve taze olduklarından son kıvama gelmeleri için günlerce serip, karıştırıp, kurutmak gerekirdi. Bu işlemler bittikten sonra çuvallara doldurulur ailenin evlenip gitmiş bireylerine paylaştırılıp fazlaca bereketli ise artan kısmı satılırdı.  Evde ise bir yıl boyunca üç öğün sofraya konulacak kadar, sabah pekmeze katmalık, akşam elma, armut ve patlamış mısırın yanına koymalık, cevizli çörek yapmalık, ve bol cevizli, kırk kat baklava açmalık, eriştenin üzerine dökmelik miktarda bulunur ve kullanılırdı. Çocukluğumun cevizleri ince kabuk, ufak, yağlı, koyu renkli ve müthiş lezzetliydi.  Ceviz maceralarının bittiği, ağaçların bakımsız kaldığı, yaşlanıp, kuruduğu, köyden şehre indiğimiz ve cevizi artık pazardan aldığımız devirler geldiğinde artık onlarda evrim geçirmiş yerli, doğal ve lezizi neredeyse yetişmez olmuştu…Leyl-La

Eski beyefendilerden…

Babam ömrü boyunca köyde doğup, büyümüş, yaşamış olmasına rağmen, hayatını tarımla, çiftçilikle, pazarcı ve manav olarak sürdürmesine rağmen, ben onu takım elbisesiz, tıraşsız ve parfümsüz görmedim. Buharsız ütüler ve ütü masasız ıslak tülbentler varken bile kırışık bir şey giymez, boyasız ayakkabı ayağına girmez, kumaş mendili cebinden eksik olmaz, üç öğün kolonyalı saçını tarar, yeşille mavi rengi çok severdi. Yatalak olup kendini bıraktığı, hayata küstüğü zaman da ise ben onu tercih ettiği gibi giydirmeye, şükür ki oda toparlanmaya başladı. Diyalize giderken, bahçeye çıkarken, berbere, markete giderken kucaklayıp koyduğumuz tekerlekli sandalyesinde de tam tekmil giyinip, kuşanıp dağ gibi otururdu. Kendi zevkine, seçimine çok güvenir, fikrimizi sorsa bile biz siyahlara kahvelere giderken o yine gönlünün çektiğini tutar alırdı. Yatalak olduğu üç yıl boyunca onu en çok mutlu eden eskisi gibi yüzünü yıkamak, tıraş olmak, banyo yapmaktı, ama bunlar için bana muhtaçtı. Yaz sıcağında hastaneye yatmak üzere evden ayrılmış ve onu yıkayamamış ama gelir gelmez kolları sıvamıştım. Kimbilir susuz birkaç gün ona ne uzun gelmişti. Kucaklayıp kaldırdım, banyosunu yaptırdım. Ameliyat dikişlerim açıldı açılmasına ama değdi onun ferahlamasına. Yine olsa yine yapardım… Leyl-La 

Safranbolu Cinci Hamamı

Tercihler…

Bir varmış, bir yokmuş oğlan beklenirken kız olmuş. Mükemmel olması gerekirken, kusurlu olmuş. Turp gibi olmak zorundayken hasta olmuş, yorgun olmuş, acemi olmuş. Vakti gelince bluğ olmuş. Tecrit edilmeyip, tercih edilen olayım derken kaybolmuş. Kendini bile unutmuş. Başkasının hayallerine idaellerine bürünmüş fakat yine de yaranamamış. Tercih edilen, kabul gören değil hizmetkar rolü biçilen olmuş. Razı olduğu herşey vazifesi olmuş.  Doğduğu evde kabul görmeyen, lüzumsuz, gereksiz ve fazlalık olan bu çocuğun ilk kabahati erkek olmamasıymış.  Annesi onunla oyalanmak istemiş ama onun içinde ideal bir oyuncak olamamış çünkü beklentileri, duyguları varmış.  Kardeşleri için onların hayatını çalan bir rakip, dedeler nineler için bilmen kaçıncı lüzumsuz bir torun öğretmen için pısırık, içine kapanık, sevimsiz bir öğrenci komşu için bitli pireli garip bir çocukmuş. Başka çocuklarla oynasa, eğlense bile, onun kendi gezegeninde derin bir dünyası varmış. Çocukluğunda da, gençliğinde de kendi kendine tahammülü yokmuş.  Hislerini, duygularını, anılarını taşımaya gücü yokmuş. Hayat akıp geçiyorken yemiş, içmiş, uyumuş, büyümüş, yaşamış ve ölmüş.  Ne yaparsa yapsın sonu ölümmüş. Ölüm her şeyin kıymetini hem yitiriyor hem de paha biçilmez yapıyormuş. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen ömür yeri doldurulamayan bir mücevher bizlerse onu ziyan eden cahiller. Su gibi geçti denen bazı anlar kum taneleri bazı anılar ise çakıl taşı misali…Leyl-La

Yemek için yaşamak…

Bizim ailenin geleneği ezelden beri kıymet verilenin beslenmesi. Evin oğluna ballı börekli, yağlı, etli yemekler yapılır, kız olanlara ise kuru ekmek çok görülür. Erkekler beslenmekten semirir, kızlar gıdasızlıktan çelimsizleşir. Evde beslenen kedilerin bile beyaz olanı okşanır, sevilir, siyah olanı fırlatıp, tekmelenir. Bir kuru ekmek yemeye niyetlenen tosun paşanın eşi yani evin gelini bohçasına koyduğu ekmek yerine hayvan pisliği bulurda aklı başına gelir! Yaşadığımız yer 200 hane. Bu evlerin içinde en çok erzak bizimkine akar, konu komşu hergün çantaları doldurup gelen babama bakar.  Ama yığınla gelenlerin ne tadı, ne de tuzu var. Kavgaların bahanesi biberler, patlıcanlar, dolaplara sığmayan etler, kıymalar. Yaşamın bütün gayesi dört dörtlük sofralar kurmak. Yağı, tuzu kıvamında tencereler kaynatmak. Ama getirenin pişirene, pişirenin getirene sevgisi, saygısı, hürmeti olmadan tıkınmak. Midenin doyacağını, o doyuncada gönülün mutmain olacağını sanmak. Bedeni doldurdukça doldurmak, doyurdukça ruhunda ki açlığı arttırmak, manevi açlık arttıkça da doymak bilmeyen bir nefsin oyuncağı olmak. Taşan, dökülen, artan, bozulan bir israfın içinde huzursuz ve şükürsüzce yiyeceklere yumulmak. Nefsi ve bedeni bu kadar besleyip, kalbi ve ruhu aç bilaç bırakmak, Babamın takdirini almanın tek yolu istediği yemeği istediği mekanda ve zamanda ağzına layık hazır etmekti. Babaannesi ona verdiği değeri böyle ifade etmişti. Onun için sevilmenin sembolü ona hizmetkârlık etmekti. Ona hizmeti bizim vazifemiz görür, minnete, rızaya, teşekküre veya paylaşmaya gerek duymaz en ufak bir kusur noksan veya itirazda dünyayı burnumuzdan getirirdi. Belki de bundan mütevellit ablam ailenin yorulmak bilmeyen en usta aşçısıydı.  Benim de daima haddinden fazla yemek yapmak en baskın meziyetimdi…Leyl-la

Gaflet…

İnsan zihninin bir oyunu mudur, şeytanın vesvesesi, nefsinin girdabı, ruhunun dehlizi midir bilinmez olumsuza odaklanmak, negatife tutunmak zararlı bir maddeye müptela olmak gibi zehriyle besliyor bizi. Etrafımızda sayısız şükür sebebi varken, kendi kusurlarımızı fark ettiğimizde eşimizin, dostumuzun, komşumuzun nadide insanlardan oluştuğunu keşfettiğimizde, buna hamt etmekten çok aralarında biten dikenler keyfimizi kaçırmaya, uykularımızı dağıtmaya kafi geliyor. Neden yaratılmış bir kulun iradesiyle bu denli hayal kırıklığı yaşıyor, takıntı yapıyoruz. Kendi ego ve kibrimiz ölçüsünde bize sunulan muameleyi hak etmediğimizi düşünmekten mi? yoksa insanlar bizden talep etmediği halde onlar için yaptığımız ve bu sebeple görevimiz haline gelen fedakarlıklara paha biçemeyerek karşılığını da kuldan beklemekten mi dağılıyoruz? Kendimizi dosdoğru, incindiklerimizi ise yanlış buluyoruz.  Kişilerin, olayların ardındaki Yaratanı görmediğimiz sürece bütün otorite biziz ve bizim doğrularımıza göre davranmayanlar bizden değil gafletinde debeleniyoruz…Leyl-La

Karacaahmet Mezarlığı

Bed-Dua…

Anneannem…

Anneannem annem küçükken ona kızdığında ” günün gününden kötü gelsin, gözünün yaşı kurumasın, gittiğin yerlerden geri gel” diye beddua edermiş. Onu bu kadar kızdıran annemin belki bulaşık yıkama sırasından kaytarması, belki yerdeki tahta döşemeleri doğru düzgün fırçalayamamasıymış. Dayak faslında ise annem yere yatar, tepinir darbelerden kendini kurtarırmış. Teyzem ise hiç kımıldamaz güzelce dayağını yer hatta anneannemi “sen niye kaçmıyorsun” dedirtecek kadar öfkelendirir ama tepkisiz kalarak kendince ana yüreğini sızlatacak bir tepki verirmiş. Annem birazcık büyümüş lakin yine de çocuk sayılacak bir yaşta gelin olmuş. Gelinliği boyunca açlıktan, kıtlıktan oruç tutmuş, annesinin tıklım tıklım dolu dolabından bir şey alamadan evine aç dönmüş. Günü gününden kötü gelmiş. Gözünün yaşı kurumamış ve gittiği yerde 16 yıl kahır çekip geri gelmiş. 

Bütün bunlara rağmen annem annesini hep sevdi, saydı, saygı duydu, hürmet etti.  Hatta anneannem diğer torunları kucağından indirmez, annemin çocuklarını ise hiç kucağına almaz olduğu halde bile hayırlı evlat olmaya sadık kaldı.

Ebeveynlerin sorgulanmadığı, yargılanmadığı, her hali ile kabul gördüğü, itaat edildiği, ve cinnet potansiyeli olan babalarına, sabırla tahammül gösteren, çaresiz annelere hayranlık ve merhamet beslendiği bir dönem varmış sanki…Leyl-La

Dilbilgisiz…

Bol muhabbetli şirin canlılar

Peygamberimize cennete gitmenin yolu sorulduğunda bütün farzları saymış. üç kere sormuşlar üçünde de aynı cevabı vermiş. En sonunda size hepsinin yerini tutacak bir şey söyleyeyim “dilinizi tutun” demiş. İnsan iletişiminde, özgüveninde, öfkesinin, sevgisinin, nefretinin ifadesinde en çok diline başvuruyor. Zaman içinde görüyor ki yanlış bir dua, şom bir ağız, büyük bir laf, düşünmeden edilen gaf gibi şanssızlıklar ayağına çelme takıyor.Yaz tatili için beklentimi soranlara yalnızca mezarlık ziyareti yapabileceğimden bahsettim. Ve tamamen öyle oldu, hatta mezarlığa ilaveten cenazeye bile katıldım.Ramazan ayını evinde geçirenlere özenen, gıpta eden mesai arkadaşımın dileği gerçekleşti ve  hiç beklenmedik bir rahatsızlık sonucu Ramazanı evinde, hatta yatağın içinde geçirdi.Genç bir yakınımın aile büyüğü ile arası açıldığında aile büyüğünün yaşlı olduğunu hesaba katarak “ölüm, kalım, hastalık olur, aranızda kırgınlık olmasın” diyerek barışmalarını temenni ettiğim genç adamın ölüm döşeğine yatacağı ve bu vesile ile barışılacağı hiç aklıma gelmezdi.Sırf özensiz kurduğum bir cümle için kalp kırdığımda, başkasına akıl vermek için yorum yaptığımda hep pişmanlık buldum avucumda.Bilimsel açıdan sesin bir enerji olduğunu, ağzımızdan çıkan her cümlenin evrende yok olmayıp, olumlu yada olumsuz bir olaya neden olduğunu tezini benimsedim. Dinlemek ve susmak, haklı, haksız rekabet ederken zor olsa da kendi diline sahip olamamak ve haklı çıkmaya çalışmakta bir ego ve kibir zaferi aslında. Sustuğumuz için kaybettiklerimiz olsa da, konuştuktan sonra geri almak ne mümkün bir daha…Leyl-La

Erkek Evlat…

Kız çocukların diri diri gömüldüğü yılların üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen annemin küçüklüğünde dedem 3 erkek çocuğunu evlattan sayar 3 kızı için “beşiği devir ölsünler” dermiş.

Ergenlik çağına kadar böyle göze batan, ayağa dolaşan, fazlalık ve ekmek düşmanı görülen annem gelin olup 20 sinden önce 2 kızını kucağına alıp 3. ye hamile kaldığında kayınvalidesi tarafından “oğlan doğurmazsan kuma getiririm” tehditlerine maruz kalmış.

Hamileliği boyunca doktor yüzü görmediği gibi kuru ekmeğe muhtaç kaldığından oruç tutmuş. Doğum sancısı başladığında da bulabildiği tek şey olan pekmez ile orucunu açmak üzereymiş ki bu doğum ve bu sancılar öncekilere hiç benzemiyormuş.  Daha dayanılmaz daha katlanılmaz daha şiddetliymiş.

Ebeler, nineler “kayınvalidenin elinin kirini içersen doğumun kolay olur” demişler. Öyle bir can havlindeymiş ki annem olur demiş. Kayınvalidesi elini yıkamış, çıkan kirli suyu annem içmiş. İçmiş ki ızdırabı azalır, sancılarından kurtulur sanmış. Yine de her şey olacağına varmış, çekilecek çile çekilmiş, vakti saati gelince nur topu gibi bir oğlanı evde bir başına doğurmuş.

Kız olur beklentisi ile ne gelen, ne gören, ne bakan, ne bilen, ne de halinden anlayan olmuş. Oğlan olmuşta kuma gelmez mi sanmış. Kuma zaten hazırmış. O da oğlanı doğurmuş oturmuş baş köşeye.

Oğlu annemin en uslu evladı, en yakın arkadaşı, göz bebeği can yoldaşı olmuş.  Her ne yaşarlarsa yaşasınlar oğlu ile teselli bulmuş, ondan hep şefkat görmüş. Oğlu küçük bir çocukken ayrılmak zorunda kaldıklarında mektupları ile teselli bulmuş fakat bu kavuşmalar da kısa sürmüş. Kavuşmaları mahşere kaldıktan sonra annemin nefes almaya devam ettiği 35 yılda her dakika sayıkladığı hasreti olmuş.

“Kayınvalidenin elinden su içmek” ise çok yanlış hayat bulmuş… Leyl-La

Kız Evlat…

Otobüse zar zor binen yaşla teyze “oturursam kalkamam” diyerek inmesi gereken durağa kadar ayakta seyahat etti.

Dengede durmakta zorlandığı seyahati boyunca da “bir kız evladım olsa bana bakardı, oğlum bakmıyor” diye hayıflanıp söylendi. 

Ben bir kız evladıydım.  Rahmetli annemle babamın.  Hayatını onlara, onların konforuna adamış, hayatında ki her şeyi onlar için feda etmiş bir evlat ama kız… 

Babam için makbul olan erkek evlat hatta erkek torundu. Soyadını yaşatacak olması babında bütün lütuf ve ikrama layık olan oydu. 

Annem için ise kızları, damatları ve torunları ağzıyla kuş tutsa kaybettiği erkek evladının tırnağı dahi olamazlardı. 

Atalarımız “varın kıymeti bilinmez yokun ahı çekilir” demişler. Kim bilir bizlerinde sahip olup nankörlük ettiği, kıymetini bilmediği, elinin altında olduğu için çantada keklik gördüğü nice nimetler vardır ki sessizce şikayetçi oluyordur nankör tavrımızdan, halimizden.

Ne geçmiş ne gelecek ne kız ne erkek evlat. Rabbim neyi layık gördü ise başımız gözümüz üzerine olacak.

Şükrünü eda edemeyeceğimiz kadar sayısız nimetin içinde, sahip olduklarımız dururken olmadıklarımıza hayıflanmaktan, onlara ulaşınca mütmain olacağımızı sanmaktan Rabbim bizi muhafaza eylesin… Leyl-La

Ölmek ya da ölmek…

Dr.Faik Özdengül hocamız bir sohbetinde terapiye gelen hastasının bir hafta sonra vefat ettiğini söylemişti.  Bana bir hafta ömrü kalan birinin terapiye gidiyor olması sanki boşuna kürek çekiyormuş hissi verdi. Onarabildiklerinin tadını çıkaracak vakti kalmamış ki diye düşündüm.  Kendi ölümümü hiç hesaba katmadığımı, her ne kadar sevdiklerimi kaybettikçe, her gün ölüm haberleri aldıkça,her an olması ihtimal bir gerçek olduğunu inkar etmem mümkün olmasa da, önümüzde ki onlarca yılı düşündüğümde sanki hepsine ulaşacak, tüm muratlarıma erecek duygusundan sıyrılamıyorum.

Ölümün varlığını layıkıyla idrak edebilmiş olsam, bu kadar ıvır zıvır kuruntunun ucunu salıverirdim diye düşünüyorum.  Kendimi uçurumun kıyısında hissettiğim, intiharı cebimde keklik gördüğüm sayısız zaman bir yana, gerçekten hayati tehlike arz eden durumlarla burun buruna geldiğimde aslında o kadar da ölmek istemediğimi, buna hazırlıklı olmadığımı görerek kendi kendime mağdur edebiyatı yapmaktan, kendimi ortadan kaldırma lüksüne sahip olduğumu sandığım kandırmacadan vazgeçmiştim. 

En lezzetli ölüm arzusunun ise Yaradan’a yakınlaşıp ona kavuşma isteği duymak olduğunu da zaman zaman tattım şükürler olsun. Terapiden bir hafta sonra vefat eden hastanın “kıyamet koparken bile ağaç dikin” diyen Hz.Peygamberimizin tavsiyesine bilinçsizde olsa icabet ettiğini düşündüm ve aslında her an meşgul olduğumuz her şey bir dakika sonrasını kestiremediğimiz bu hayatta son faaliyetimiz olmaya aday meşguliyetler… Leyl-La